TÜRKİYE BİYOETİK DERNEĞİ
YAŞAMIN BAŞLANGICINA İLİŞKİN SORUNLAR HAKKINDA GÖRÜŞÜ*
(Son Dönemde Kamuoyunda geniş yankı bulan kürtaj, sezaryen tartışmaları ve olgularıbağlamında)
Son dönemde, toplumumuzda, sağlık sistemimizde yaygın biçimde tartışılmakta olan, yurt içinde veyurt dışında yazılı ve görsel basın-yayın organlarında yüzlerce haberlere konu olan gebeliğinsonlandırılması, kürtaj, sezaryen konusunda yapılan beyanlar ve ülkemizde yaşanan olgularkamuoyunda geniş yankı bulmuş; bilimsel bilgi ve verilere başvurma ihtiyacı ortaya çıkmış; uzmanlıkdernekleri (1,2,3), meslek örgütleri (4) sivil toplum kuruluşları kamuoyuna açıklamalar yapmışlardır. Bubağlamda, konunun insan haklarını ve hekimlik uygulamalarında değer sorunlarını doğrudanilgilendirmesi nedeniyle; biyoetiğin ana meselelerinden olan, yaşamın başlangıcındaki bazı tıp etiğiikilemlerini ve değer sorunlarını, yaşamın değeri bakış açısıyla ele alan Türkiye Biyoetik Derneği Görüşü oluşturulmuştur.
Tarihsel Arka plan
İstenmeyen gebeliklere son vermek çok eski zamanlardan beri başvurulan bir uygulamadır. Tek tanrılı dinler gebeliğin isteğe bağı olarak sonlandırılmasını onaylamamışlar, kilise başlangıcından beri bu yöntemi günah olarak nitelemiş ve düşüğe karşı ahlaki kısıtlama getirmiştir. Dünyada 18.-19. Yüzyılda endüstrileşme ve buna bağlı olarak ulus devletlerin gelişmesi sürecinde düşüğü yasaklayan kesin yasal düzenlemelerin ortaya çıktığı gözlenmiştir. Bu bağlamda ilk yasa İngiltere’de 1803 yılında çıkarılmış, bunu ABD izlemiştir. Sanayileşme ile insan gücüne, işgücüne olan gereksinim artmış, nüfus konusu eskisine oranla daha önemli hale gelmiştir. Kadınlar hem evlerde ücretsiz, fabrikalarda düşük ücretli işçiler olarak çalıştırılacak hem de gelecek nesilleri doğurup eğitecek toplumsal kesim olarakalgılanmaya başlamıştır (5).
Gebeliğin Sonlanmasında 20. yüzyılda gelişmeler
Siyasi ve ekonomik olarak nüfusa olan ihtiyaç ve doğum ve doğurma yanlısı (pronatalist) yaklaşımın, zaman içinde özellikle 20. yüzyılda dünya nüfusunun artışı ile doğum karşıtı (antenatalist) yaklaşıma yerini bıraktığı görülür. Gelişmiş ülkelerde toplam doğurganlık hızının sabitlenmesi, refah düzeyinin artması, sağlık hizmetlerinin aile planlamasını kapsayacak biçimde gelişmesi, isteyerek düşüğün yasallaşması, isteyerek düşük ve komplikasyonlarını önemli ölçüde önlemiştir. Bu ülkelerde insan hakları, bireysel özgürlükler alanında sağlanan kazanımlar, güvenli ve tıbbi düşüğün bir sağlık hakkı olarak yerleşmesine katkıda bulunmuştur.
Gelişmekte olan ülkelerde ise gebeliğin sonlandırılmasının sağlık politikaları ve toplum sağlığı unsuru olarak algılanmasında yaşanan gecikmeler, üreme sağlığı hizmetleri sunumundaki yetersizliklersonucu düşüğe bağlı ölümlerde dramatik artışlar yaşanmıştır. Güvenli olmayan düşüklerdenkaynaklanan ölümler, isteyerek düşüğün yasalaşmasına yönelik çabaları güçlendirmiştir. Kırsal ve kentsel yoksullukta artış, nüfus artışında yükselme, ekonomistlerin ve siyasetçilerin aile planlaması konusundaki tutumlarını değiştirmiş ve bu değişim düşük konusunda ulusal ve uluslararası yasal düzenlemeleri etkilemiştir. İsteğe bağlı gebeliğin sonlandırılması kararının annenin seçimine bırakılması taraftarları gün geçtikçe artmakta, bu yaklaşım, insan hakları hukukuna dayanan uluslararası düzenlemelerde ve kadın hakları hareketinde ağır basan görüş olma özelliğini korumaktadır (6).
Uluslararası İnsan Hakları Hukukunda Üreme Hakkı, Sağlık Hakkı, Kadın-Erkek eşitliği
Evrensel insan hakları hukukunun temel belgelerinden olan, çağdaş insanlığın ortak değerlerine ışıktutan, Türkiye’nin de taraf olduğu 1948 tarihli Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’nin 16. maddesi evlenme, aile kurma ve üreme hakkını, temel hak ve özgürlüklerden biri olarak kabul etmiştir. Aynı Bildirge’nin 25 maddesi, kişinin ve ailesinin beslenme, giyim, barınma, tıbbi hizmet alma, sağlıkhizmetlerinden yararlanma olarak nitelenen sağlık hakkını düzenlerken; evlilik içi ya da evlilik dışı annelik için tıbbi bakım ve hizmetlere erişimin sağlanmasını, devlet tarafından güvence altına alınmasını da sağlık hakkı kapsamında ifade etmiştir (7).
Bu bağlamda birey olarak kadının haklarını dünya çapında düzenleyen “Birleşmiş Milletler Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi” (CEDAW, 1979) (8), toplumda kadını ikinci planaatan geleneksel rollerin ve hiyerarşinin kırılarak, kadın erkek eşitliğinin sağlanmasına, kadınların da erkeklerle eşit haklardan yararlanmasına yönelik önlemleri düzenleyen önde gelen uluslararası insan hakları belgelerindendir ve toplum içinde daha korunmasız ve zayıf durumdaki kadını hukukendesteklemeyi amaçlamaktadır. Ülkemizin 1985 yılında imzalayarak taraf olduğu, iç hukukumuzca kabul edilmiş bu bağlayıcı yasal belgeye göre, kadın, çocuk sahibi olmayı seçme hakkı konusundaerkeklerle eşit konumda olmalıdır. Gebelik ve doğum sonrasında kadının sağlık hizmetlerine erişimi güvence altına alınmalıdır. Anneliğin sosyal önemi; ana ve babanın aile içinde ve çocukların büyütülmesindeki eşit görevleri vurgulanarak; kadınların neslin üremesindeki önemli rolünün aile içinde ayrıma neden olmaması gerektiği, çocukların yetiştirilmesinde kadın ve erkeğin eşit sorumluluğu paylaştıkları net olarak ifade edilmiştir. Taraf Devletler kadınlara karşı evlilik ve aile ilişkileri konusunda ayrımı önlemek için gerekli bütün önlemleri alacaklar ve özellikle kadın-erkekeşitliği ilkesine dayanarak medeni durumlarına bakılmaksızın, çocuklarla ilgili konularda ana ve babanın eşit hak ve sorumlulukları tanınacaktır. Çocuk sayısına ve çocukların ne zaman dünyaya geleceklerine serbestçe ve sorumlulukla karar vermede ve bu hakları kullanabilmek için bilgi, eğitim ve diğer vasıtalardan yararlanmada kadın ve erkek eşittirler (9).
Aile Planlaması, Aile Planlaması Hizmetlerine Erişim
Uluslararası bildirgelerin altına imza atılmış olması, bu hakların yerine getirilmesinin birebir temin edileceği anlamına gelmemektedir. İmzacı devletler, toplumda adil ve eşitlikçi düzeni kurabilmek, için tanınan bu hakları hayata geçirmek üzere gerekli iç hukuk düzenlemelerini yapmak, kaynakların adil dağıtımını temin etmek, ihtiyaç duyulan ekonomik ve sosyal olanakları vatandaşlarına sunmaklayükümlüdürler. Taraf devletlerin uygulamalarının niteliği, bu uygulamaların izlenmesi, raporlanması ve denetlenmesi de aynı derecede önemlidir. Bu bağlamda 1994’te Kahire’de toplanan BirleşmişMilletler Nüfus ve Kalkınma Konferansı’nın Eylem Planı, üreme hakkını, “çiftlerin, insan onuruna vesağlığına, ailenin esenliğine uygun biçimde, istedikleri sayıda, istedikleri sıklıkta ve istedikleri zamançocuk sahibi olması hakkı (10) olarak daha net biçimde tanımlamıştır. Üreme ve doğurganlık, üçüncü tarafların, hükümetlerin müdahalesinden bağımsız bir insan hakkıdır ve bu bağlamda devletlervatandaşlarına ücretsiz, erişilebilir, yaygın aile planlaması hizmeti sunmakla sorumludurlar.
Tıbbi Yönüyle Gebeliğin Sonlandırılması, Abortus, Güvenli Düşük
Bu çerçeve içinde, Dünya Sağlık Örgütü tanımına göre, tıbbi anlamda abortus, “gebelik ürününün (embriyo veya fetüsün) tek başına yaşama yeterliği kazanmadan, isteğe bağlı ya da kendiliğinden, ölüolarak anneden ayrılmasıdır” (11).
Tıbbi açıdan gebeliğin sonlandırılması işlemi, düşük de olsa, kadının yaşam ve sağlığının tehlikeye sokma riski barındırabilen bir cerrahi müdahaledir. İsteğe bağlı düşük (kürtaj) bir aile planlaması yöntemi değildir. Bu nedenle çağdaş tıp uygulamaları, yukarıda incelenen insan hakları hukuku bağlamında, öncelikle gebeliğin planlanmasını ve kontrolünü önermekte, bu anlamda sağlık çalışanının sorumluluğunu vurgulamakta; gebeliğin sonlandırılması işleminin yasal sınırlar içinde ve annenin yaşam ve sağlığını tehdit etmeyecek koşullarda bir sağlık kurumunda, yeterli bilgi ve beceriye sahip hekim tarafından yapılmasını önemli görmektedir (12). Bu yüzden gebeliğin sonlandırılması, sadece tıp etiği meselesi olmakla kalmayıp, insan hakları, halk sağlığı, üreme sağlığı, sağlık hakkı, aile planlaması, sağlık hukuku yönlerini de kapsayan ve yaşamın değeri kavramının sarmaladığı bütüncül yaklaşımla ele alınmalıdır.
Dünya Tabipleri Birliği, kadının, çocuk sahibi olma kararını kendisinin vermesinin tüm dünyada giderek daha fazla kabul gördüğünü; bunun istemeyen gebeliklere son verme kararını da içerdiğinibelirtmektedir. Bu bağlamda doğum kontrol yöntemleri hizmetlerinin sunulmasının önemini vurgulamış; isteyerek düşük konusunda farklı görüşlerin de bulunduğunu; bireysel düşünce vevicdana saygı duyulmasının gerektiğini; bu alanının tıp etiğinin en tartışmalı konularından biri olduğunu da hatırlatmıştır (13).
Tıp Etiği açısından Abortus
Gebeliğin isteğe bağlı olarak sonlandırılması çağdaş tıp etiğinin yaşamın değeri üzerinde düşünmemizigerektiren temel meselelerinden biridir. Kadının istenmeyen bir gebeliğe son vermesi, onun, özgür ve özerk bir birey olarak kendi bedeni üzerinde karar verme hakkı kapsamında değerlendirilir.Bununla birlikte ana karnındaki fetüsün, gelişimini tamamlayarak, bir insan bireyi olarak dünyaya gelme potansiyeli taşıyan bir varlık olduğu göz ardı edilememekte ve yaşama saygı düşüncesiyle meseleye bakılması önemsenebilmektedir. Bu ikilem karşısında embriyonun felsefi ve ahlaki yönden niteliğinin sorgulanması ihtiyacı ortaya çıkar. Bu noktada prenatal yaşamdaki embriyonun; doğmuş, dünyaya gelmiş bir canlıyla kıyaslandığındaki farklı durumu, konumu, kişiliği, hakkında çeşitli görüşler üretilmiş, fikir birliği oluşmamıştır (14). Tıp etiği açısından ikilem, annenin kendi bedeni üzerinde karar verme hakkı ile embriyonun yaşama potansiyeline sahip bir varlık olarak taşıdığı kimliğin niteliği arasında çatışmada yatar.
Embriyonun Ahlaki Kimliği, Niteliği, Kişiliği
Embriyonun hangi gelişim aşamasında bir insan bireyi ile eşit kabul edileceği konusundaki ontolojiktartışmaya, bir kesimin verdiği yanıt, döllenme anından itibaren embriyonun yaşayan bir birey gibikişilik haklarını kazandığı doğrultusundadır. Buna göre henüz birkaç hücreden ibaret bir embriyonun,erişkin birey ile aynı haklara sahip olduğu ileri sürülür. Bu fikrin karşı ucunda yer alan görüş ise doğumanına kadar fetüsün birey kabul edilemeyeceğini savunur. Hatta yeni doğanın bile, çevresinin tümüyle farkında olan, kendi hakkında özgür iradesiyle bilinçli olarak karar verebilen, tümüyle özerk bir bireyolarak kabul edilemeyeceğini de ileri sürer. Bu iki uç fikrin arasında çeşitli görüşler yer almaktadır.Embriyonun gelişim sürecini temel alan yaklaşımlar için, anne karnında fetüsün manevi bir varlıkolarak kabul edilecek bir gelişim düzeyine erişmiş olması önemlidir. Burada fetüsün anne rahmi dışında varlığını sürdürebilecek gelişim evresine (viability) ulaşıp ulaşmamış olması önemli görülür.Amerika Birleşik Devletleri Yüksek Mahkemesi “Roe Wade’e karşı” davasında, fetüsün anne rahmi dışında canlılığını sürdürmeyi başaracağı gelişim aşamasını, birey haklarının oluşması için belirleyici bir sınır kabul etmiştir (15). Bu da genellikle fetüste belli fiziki gelişim işaretlerinin görüldüğü, gebeliğin 24-28. haftasına denk gelmektedir, fetüsün anneden bağımsız olarak dış ortamda yaşamayıbaşarabildiği öngörülmektedir. Ancak bu evrede bile fetüsün tıp teknolojisinin desteğine, ileri yoğunbakım koşullarına ihtiyacı vardır. Bazı yazarlar, embriyo üzerinde primitif çizgilerin (primitive streaks) oluştuğu, döllenmeden sonraki 14-15. günde insan bireyi kabul edilebileceğini ileri sürerken, bazılarıda insana özgü ayırıcı fiziksel özelliklerin gebeliğin sekizinci haftasında ortaya çıktığını savunurlar (16).Görüldüğü gibi prenatal yaşamda embriyonun manevi kişiliğine dair fikir birliğine varılamamıştır (17).İstenmeyen gebeliklerde, kadının embriyoyu bedeninde taşıyan birey olarak kendi bedeni hakkındakarar vermesi, zorla bebeği doğurmak durumunda bırakılmaması ise yasal sınırlar içinde hakkıdır. Uluslararası insan hakları hukuku ve ondan geliştirilen iç hukuk düzenlemeleri ile tıbbi zorunluluk dışında, 12. haftaya kadar gebeliğin isteğe bağlı sonlandırılması pek çok ülkede yasa ile düzenlenerek hukuki nitelik kazanmıştır. İsteyerek düşüğün yasal sınırlar içinde tutulması, hem annenin özerk bir birey olarak kendi bedeni hakkında hür iradesiyle ve düşünce süreçleri içinde değerlendirme yaparak karar alması hem de taşımakta olduğu yaşama potansiyeline sahip varlık göz önüne alınarak, etikaçıdan yaşamın değerini koruyan ilkeleri destekleyen dengeleyici bir çözümdür.
Türkiye’de durum, Yasalar
Batıda gelişmiş ülkelerdeki kazanımlara paralel olarak Türkiye’de de 1983 tarihli Nüfus Planlaması Hakkında Kanun ve ona bağlı olarak düzenlenen Rahim Tahliyesi ve Sterilizasyon Hakkında Tüzük veYönetmelik ile tıbbi bir zorunluluk halleri dışında, 10. hafta sonuna kadar isteğe bağlı olarak gebeliğin sonlandırılması yasalaşmıştır (18). Bununla birlikte ilgili yasanın 4. Maddesinde kadının evli ise gebeliğinin sonlandırılması kararını eşinin yazılı iznine bağlaması Türkiye’nin bağlı olduğu uluslararası sözleşmelere uyumsuzluk yönüyle hukuken ve kadının kendi bedeni hakkında karar vericiliğinizedelediği gerekçesiyle etik yönden eleştirilmektedir (19). Evli çiftlerin gebeliğin sonlandırılması kararı sürecinde birlikte yer almaları ve paylaşımı önemli olmakla birlikte; yasal düzenlemelerdeki ifade ile kocanın yazılı rızası koşulu, bazı hallerde, kadının özgür iradesini sınırlayan suistimallere yol açabilir.Reşit yaşın altındaki gebeliklerde aranan veli-vasi izni ise, reşit yaş altı küçüğü koruyucu amaç taşımakla birlikte; ülkemizin gerçeklerinden biri olan kadına yönelik şiddet ve “namus cinayetleri” gibi kadının hayatına kasteden fiillere kapı açabileceği göz önüne alınmalıdır. Ülkemizde gebeliğin sonlanmasını düzenleyen yasal belgeler revize edilecekse ilgili maddelerin çağdaş insan hakları hukukuna uygun olarak kadının kendi kaderini kendisinin belirlemesini, kadının statüsünü güçlendirici biçimde yapılabilmesi önemlidir (20).
Kadın Sağlığı Araştırma Verileri açısından Dünyada ve Türkiye’de Durum
Dünya Sağlık Örgütü 2011 verilerine göre dünyada her yıl 210 milyon kadın gebe kalmakta, yaklaşık üçte ikisi, 130 milyonu canlı doğum yapmakta; kalan üçte birlik bölümü düşük (miscarriage), ölü doğum, isteyerek düşük (induced abortion) ile sonuçlanmaktadır. İsteğe bağlı düşük vakalarının yaklaşık 20 milyonu tıbbi yönden güvensiz koşularda, ehliyetsiz kişilerce gerçekleştirilmekte; bununsonucunda tahminen 47.000 kız ya da kadın hayatını kaybetmekte ve bu oran gebelikle ilgili ölümlerin %13’ünü oluşturmaktadır. Bu ölümlerin %98’i gelişmekte olan ülkelerde meydana gelmektedir (21).
Ülkemiz verilerine bakıldığında, 2008 Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması Raporuna göre, Türkiye’de, yasanın kabul edildiği dönemde her dört gebelikten 1’i (1/4)’i isteğe bağlı düşükle sonuçlanırken, yirmi yıl içinde bu oran onda bire (1/10) düşmüştür. 40 yaş ve üzerindeki kadınların her üç gebeliğinden biri isteyerek düşük ile sonlanmaktadır. Kürtaj oranı eğitimsiz kadınlarda %5.5 iken, lisemezunu kadınlarda %13’tür. Kürtaj olan kadınların sadece beşte biri, işlem öncesinde gebeliği önleyici modern bir yöntemi kullanmaktadırlar. Kürtaj olan kadınların üçte ikisi bu deneyimsonrasında aile planlaması yöntemine başvurmaktadırlar. Evli çiftlerin yarısı kürtaj kararını birlikte vermektedirler. Her dört kadından biri, kararı kendi başına almaktadır. Kürtajların % 90’ı gebeliğin ilk iki ayı içinde yapılmakta; kürtajların % 70’i özel sağlık kuruluşlarında gerçekleştirilmektedir. Türkiye’de isteyerek düşükler genel sağlık sigortası kapsamında değildir (22).
Bu veriler gebeliğin isteğe bağlı olarak sonlandırılmasının yasal zemine oturduğu dönemden beri ülkemizde güvensiz düşük ve anne ölümlerinin azaldığını, anne ölümlerinde güvensiz düşük oranının düştüğünü; bölgelere göre farklılıklar olmakla birlikte, aile planlamasının bir sağlık hizmeti olarak erişiminin ve yöntemler hakkında bilgi edinmenin ve yöntemlerden yararlanmanın giderekyaygınlaştığını göstermektedir. Bebek, çocuk ve beş yaş altı çocuk ölümlerinde yıllar içinde görülen düşüş dikkat çekicidir. Veriler aynı zamanda kadınların doğurganlıklarını kontrol etmeyi istediklerini, bakabileceklerinden daha fazla çocuk sahibi olmayı arzu etmediklerini, bunun için gebeliktenkorunma yöntemleri kullandıklarını göstermektedir. Kürtaja başvurmuş kadınların daha sonra gebelikten korunmada modern yöntemleri kullanarak, aslında kürtajı bir gebelikten korunma yöntemi olarak kullanmayı seçmeyen bilinçli bir tutum gösterdikleri araştırmalarda ortaya çıkmıştır. Toplumsal gelir ve eğitim düzeyi düşük, eşitsizliklerin baskın olduğu bölgelerde kadınların aile planlama yöntemlerini öğrenme ve uygulama talepleri dikkat çekmekte; bu durum devletin bu bölgelerde üreme sağlığı hizmeti sunma görevine olan ihtiyacı ifade etmektedir. Geleneksel, çok çocuk sahibi olmayı özendirici, kürtajı insan öldürmekle eşitleyen söylemin tersine, Türkiye verileri toplumda üreme hakkı, sağlık hakkı, çağdaş aile planlaması hizmetlerine erişimin talebi açısından evrensel insan hakları kazanımlarını doğrulayan bir toplumsal gerçekliğe işaret etmektedir.
Kürtaj, Sezaryen, ülkemizden olgular, etik değerlendirme, etik kurulları
Sezaryen, her şeyden önce her olguda tıbbi endikasyona dayanarak değerlendirilen, hekimin tıbbi ve cerrahi değerlendirmesi ile verilen bir girişimsel operasyondur. OECD verileri Türkiye’de sezaryen ile doğum oranlarında artışı ifade etmekle birlikte(23) bu alanda toplumsal ve ekonomik belirleyenlerinincelendiği bilimsel araştırmalara ihtiyaç vardır. Tıp Etiği açısından sezaryen, tüm girişimsel işlemler gibi tıbbı gereklilik saptandığında, hastanın (gebenin) operasyon hakkında tam ve ayrıntılı olarak bilgilendirilmesi, işlemin normal doğuma göre avantajlı ve dezavantajlı yönlerinin anlatılması, hastanın olası yararlar ve riskler konusunda aydınlatılması, tüm bunların hasta tarafındananlaşıldığından emin olunması ile hastanın onamı alınarak uygulanmalıdır. Sezaryen operasyonu anneve bebek açısından hayat kurtarıcı tıbbi-cerrahi müdahaledir. Annenin normal doğum sürecinden duyduğu kaygı ile sezaryen yapılması talebi de hekim-hasta ilişkisi içinde değerlendirilmelidir. Buözellikleriyle sezaryen operasyonu -Umumi Hıfzısıhha Kanunu 153. maddesinde yapılan değişiklikte(24) olduğu gibi- yasa metinleriyle sınırları çizilmiş prototip bir işlem olmaktan çok, klinik ortamda hekim-hasta ilişkisi kapsamında, tıbbi endikasyon var ise, anne ile çocuğun sağlığını korumak veyararını sağlamak gerekçeleriyle, tıbbi olgu özelinde, yukarıda tanımlanan etik zemindegerçekleştirilebilecek bir cerrahi müdahaledir.
Ülkemiz kamuoyunda hararetle tartışılmakta olan iki olgu bu değerlendirmeye örnek olabilir.Olgulardan ilkinde sağır ve dilsiz 14 yaşındaki genç kız tecavüz sonucu hamile kalmış, şikâyet üzerine tıbbi gözetim ve tedavi altına alınmış ve 14 haftalık gebelikte, mahkeme tarafından kürtaj kararıalınmıştır (25). Mahkeme bu kararı alırken, Türk Ceza Kanunu’nun “Çocuk Düşürtme” fiilini düzenleyen, 99. Maddesinin, tecavüz sonucu gebeliğin sonlandırılmasının yasal sınırlarını belirleyen 6.bendine dayanarak hareket etmiştir:
TCK Madde 99/6: “Kadının mağduru olduğu bir suç sonucu gebe kalması hâlinde, süresi yirmi haftadan fazla olmamak ve kadının rızası olmak koşuluyla, gebeliği sona erdirene ceza verilmez. Ancak, bunun için gebeliğin uzman hekimler tarafından hastane ortamında sona erdirilmesi gerekir”(26).
İkinci olguda ise evli ve iki çocuklu 26 yaşındaki tecavüz mağduru anne, “namusunu temizlemek” için kendisine saldıran kişiyi tüfekle öldürüp kafasını kesmiştir(27). Tutuklanarak hapse giren kadın kesinlikle istemediği gebeliğine son vermek talebiyle dava açmıştır. Gebeliğin 29. haftaya ulaşmış olduğu saptanınca, mahkeme, yine Türk Ceza Kanunu’nun 99/6. maddesine göre gebeliğin rahim tahliyesi ile sonlandırılamayacağına karar vererek, kürtaj talebini reddetmiştir.
Her iki vakada da her şeyden önce mağdurlara insani yardım, psikolojik ve psikiyatrik destek sağlanarak yaşamakta oldukları travma tedavi edilmeye çalışılmalıdır. Olgulardan ilkinde yasal sınırlar içinde erken dönemde gebeliğin sonlandırılması söz konusudur. İkinci olguda ise, tecavüz sonucu istenmeyen gebelik durumu, kadının istemediği gebeliği sürdürmek zorunda olması, geçirmekte olduğu, ruh sağlığını zorlayıcı ağır travma, işlediği fiil nedeniyle özgürlüğünün kısıtlanmış olması, toplumsal yönden damgalanma baskısı, erişkin bir birey olarak kendi bedeni üzerinde aldığı kararı geç dönem gebelik hali nedeniyle hayata geçirememe gibi çok bileşenli, çetrefil bir durum söz konusudur.Mağdura derhal tıbbi, sosyal, psikiyatrik destek tedavisi sağlanırken, aynı zamanda içinde bulunduğu tıbbi durum, hukuki sınırlılıklar ayrıntılı biçimde anlatılmalı; yaşadığı ağır travma hafifletilmeye, kendisine ve bebeğe zarar vermesi engellenmeye, sağlıklı karar alabilmesi desteklenmeye çalışılarak; annenin haklarının ve fetüsün kimliğinin, varlığının dengelenebileceği sezaryen dahil alternatif seçenekler gündeme getirilebilir ve uygulanması sağlanabilir. Bu sürecin insani, hukuki, etik ilkeleregöre izlenmesi önemlidir. Birden çok disipline mensup uzmanların tıbbi olgu üzerinde etik ilkeler vemesleki değerler ışığında çözümleme ve değerlendirme yaptıkları çalışma sistemiyle, etik kurullarının görevi ve önemi bu gibi olgularda bir kez daha ortaya çıkmakta ve uygulamayı yapacak hekimin, tıbbi-etik karar alma/ danışma sürecini destekleyici işlev görmektedir.
Sonuç
Gebeliğin sonlanması yaşamın başlangıcındaki değer sorunları açısından farklı görüşlerin üretildiği ve tam uzlaşmaya varılamamış; etik açıdan yaşamın değeri bakış açışıyla incelenmesinin öne çıktığı bir konudur.
Yasal sınırlar içinde tıbbi koşullar altında gebeliğin isteğe bağlı olarak sonlandırılması, birbaşka deyişle güvenli düşük, anne ve çocuk ölümlerini azaltan bir insan hakkı, sağlık hakkıdır.
Üreme sağlığı açısından çiftlerin istedikleri sayıda, istedikleri sıklıkta, istedikleri zaman çocuksahibi olma ve bunun için aile planlaması yöntemlerinden yararlanma hakkı vardır. Kaynakların adil dağıtımını sağlamaya çalışan ve yurttaşının sağlık hakkını güvence altına alan sosyal devletin, bu sağlık hizmetini vatandaşına sunma etik yükümlülüğü bulunmaktadır.
Gebeliğin isteğe bağlı sonlandırılması, ülkemizde, bağlayıcı uluslararası hukuk ilkelerine uygun olarak iç hukuk düzeyinde yasal çerçeveye kavuşmuş olmakla birlikte, yasal metinlerin kadının statüsünü güçlendirici yönde geliştirilmesi düşünülmelidir.
Erken dönem embriyonun yaşamının sonlandırılması tartışmalarında, annenin düşünme, değerlendirme süreçlerine ve kendi bedeni/geleceği hakkında karar verme hakkına öncelikverilmelidir. Bunun yanısıra embriyo ve fetüsün yaşama potansiyeline, yaşamın değeri bakış açısıyla saygı ile yaklaşılması önemlidir.
Sezaryen, etik değerlerle uygulanması gereken, anne ve çocuk sağlığını korumaya yönelik, tıbbi cerrahi bir karar ve müdahaledir. Dünya genelinde ve ülkemizde sezaryen doğumlarının artış gösterme eğilimi, bilimsel araştırmalarla derinlemesine incelenmelidir.
Ülkemizde yapılan sistemli araştırmalar sonucu elde edilen bilimsel veriler, gebeliğin isteğe bağlı olarak sonlandırılmasının yasalaşmasından beri, anne ve çocuk ölümlerinde azalma olduğunu, kürtaja talebin azaldığını, aile planlaması yöntemleri ile gebelikten korunma bilincinin yükseldiğini, aile planlaması hizmetine erişimin giderek yaygınlaştığını göstermektedir.
İnsanlığın 21. yüzyılda eriştiği insan hakları kazanımları, toplumsal adalet ve vicdan açısından bakıldığında; tıbbi gerekçeler, hukuk kuralları ve etik ilkeler göz önüne alındığında kadın bedenindeki fetüsün canlılığının sonlandırılması ile kişilerin yaşamlarının sonlandırılmasının aynı olduğunu ileri sürmek kolay görünmemektedir.
.
TEŞEKKÜR: Metni okuyarak görüşlerini belirten Uzm. Dr. Muhtar Çokar’a, Yrd. Doç. Dr. Işıl Pakiş’e, Yrd. Doç. Dr. Figen Demir’e, Yrd. Doç. Dr. Deniz Ağırbaşlı’ya çok teşekkür ederiz.
* Türkiye Biyoetik Derneği’nin 19 Eylül 2012 tarihli Yönetim Kurulu toplantısında kabul edilmiştir. Hazırlayan: Doç. Dr. Yeşim Işıl Ülman
KAYNAKLAR
http://hasuder.org.tr/anasayfa/index.php/anasayfa/519-sezaryan-ve-kuertaj-yasaklamak-sorunlarmz-
coezmez-zorlatrr (Erişim 16.09.2012).
17.09.2012).
3202.html (Erişim 16.09.2012)
1948. http://www.un.org/en/documents/udhr/index.shtml (Erişim: 16.09.2012).
http://www.un.org/womenwatch/daw/cedaw/committee.htm (Erişim 16.09.2012)
http://www.ak-der.org/cedaw-nedir.gbt (Erişim 16.09.2012)
September 1994) Distr. No. A/CONF.171/13 – 18 October 1994, Bölüm VII / 14 A.
http://www.un.org/popin/icpd/conference/offeng/poa.html (Erişim 05.09.2012)
http://www.icd10data.com/ICD10CM/Codes/O00-O9A/O00-O08/O03- (Erişim 17.09.2012)
http://www.wma.net/en/30publications/10policies/a1/index.html Erişim 16.09.2012
3rd Edition, Mac Millan, USA, 2004;4:2298-2305.
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi 40. Yılda 40 Kitap Serisi, Üniv. Yay.no.4711, Fakülte yay.no.00249, 2007:372-
373.
Sonlandırılması) http://www.mevzuat.adalet.gov.tr/html/613.html (Erişim 16.09.2012)
Rahim Tahliyesi ve Sterilizasyon Hizmetlerinin Yürütülmesi ve Denetlenmesine İlişkin Tüzük, No:14/11/1983 – 83/7395 http://www.mevzuat.adalet.gov.tr/html/5130.html (Erişim 16.09.2012)
509 Sayılı Nüfüs Planlaması Hizmetlerini Yürütme Yönetmeliği, Sayı 509, Tarih 09.10.1983http://www.istanbulsaglik.gov.tr/w/sb/acsap/mevzuat/509sayiliyonetmelik.pdf (Erişim 16.09.2012)